Cuma, Nisan 27, 2007

perdeler tişörtler kadınlık halleri...

perdeler yıkanıyor. oh valla. mis gibi kokuyor. benim "bahar geldi, hadi allah allah, yallah" şeklinde bir ev kadınlığı sendromum yok (yapanları kınamıyorum) ama yani böyle birden esiverir, hadi bakiim perdeler şeklinde.

bugün o gün. ama yani başka bir şey yaptığım yok, perdeleri de ben çıkartıp takmıyorum, bir tek makineye atmak benim işim. annem bana küçükken hiç iş yaptırmazdı, "amannn" derdi, "büyüyünce nasıl olsa yapacaksın, boş ver...". öyle öyle ben düğme bile dikemeyen bir kadın oldum. yahu oldum mu sahi, hala emin değilim kadın olduğumdan. olmuşumdur da, böyle her bir şeyi bilen biri olamadım maalesef.

bir yazı yazmayı biliyorum, o da bir kadının görevi sayılır mı ki? (sayılsa keşke, herkes oturup her allahın günü yazsa...)

dün mesela bir tişört aldım kendime, acayip afro saçlı zenci bir kadın resmi, altında da disco queen yazıyor. benim takıntılarımdan biri de bu, üzerinde queen veyahut da rock yazan bütün tişörtleri toplarım.


şimdi o tişörtü aldım ya, akşam eve geldim, dedim ki byük olasılıkla bu tişörtleri 15 yaşındakiler alsın diye yapıyorlar, ben 36...

bir de aklıma şu geldi, bizim iş yerinde gayet oturaklı bir adam vardı, bunun bir de karısı vardı ikide bir ziyarete gelen... kadın o dönemde taş çatlasa kırk yaşındaydı ama bütün çizgi film tişörtlerini giyer, kırmızı bahçevan pantolonu ve iki yandan örülü saçlarla ortalıkta dolaşırdı. resmen tiksinirdim... tamam, ona benzemiyorum ama ne bileyim, disco quuen tişörtü?

bilemedim bak şimdi...

Pazartesi, Nisan 23, 2007

23 nisan


ne güzel bir gün... bayramların en neşelisi. kutlu olsun.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

bir okuyucu mektubundan parçalar...


çok sevdiğim bir okuyucum var, fikirlerine değer verdiğim. her akşam yazısı sonrası bana yazan, her defasında yeni ufuklar açan. istedim ki, siz de duyun dediklerini. istedim ki, siz de biraz düşünün o tümceleri.
Okumanın Faydaları !...



Sevgili ECE Merhaba ;



Selam Kelamdan önce gelirmiş. Bende bugün selama Merhaba ile başladım. Neden mi?

“Merhaba” Fars kökenli olup, “ Benden sana zarar gelmez “ demekmiş. Şimdiye kadar, bilmeden kullanıyordum. bilince daha bir manalı oluyormuş.



“Aceminin aynada gördüğünü, ustası tuğlada görürmüş.”



Siz daralmıştınız Nisan’ın yedisinde, ben geç kaldım.
Geçen yazınızda (daraldığınızda) ne diyordunuz ?

“ Bazen geliyor bana, -bu ben değilim- halleri. Şimdi yağmur yağsa evden çıkamıyorum.

Nasıl bir sorumluluktur insanın çocuğuna duyduğu. Hep onunla birlikte olma arzusu……. “



Gül’ü, gül suyunu kim istemez ve sevmez ki,

Fakat, gül büyüdükçe dikenleri artar, Gül kurudukça , dikenleri batar.

Bu yüzden, çocuğunla onbeş yaşına kadar geçecek hayatın kıymetini bil,

Onbeş yaşından sonra Gül yine güldür ama eskisi kadar gül kokmaz,

Keşke hep üç-beş yaşında kalsa idi, diye dua edeceğin günler çok olacak….

Tamam kızma, “Tabiatın kanunu bu.”



Dur ve otur… Dur ve sadece oku.

E tabi, oku oku, o da nereye kadar ?

Ne demiştik, “ Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir, ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin… (Devamını siz söyleyin...)



Terazinin bir kefesine Altın, bir kefesine de Arpa koysanız,

Aynı terazi ikisini de tartıyor diye, hiç Altın ile Arpa bir olur mu ?



Velhasıl sevgili ECE, “ Kitap ruhun gıdası, aklın ilâcıdır.” Okuyabildiğin kadar oku (naçizane).

Her sanatkârın aleti cansızdır, ama canlının da eşidir, dostudur.



Dur ve Oku, yazınıza dönersek ; diyorsunuz ki,



Aman tanrım, çok mu yaşlandım, hiçbir yere gitmiyorum, gidemiyorum.

Nasıl gideceğim “ Çoluk var çocuk var otur aşağı “

Hem orada, hem burada, bir gece partide, ertesi gece bir konserde fikri,

bana çok uzaklarda kalan beni hatırlatıyor.

Hani sendin her şeyi bilen takip eden,

Bir dönem her şeyin peşinden koşan, şimdi gidesi göresi olmamak tuhaf aslında.



Bunlar seni daraltan duygu ve düşünceler.

Bazılarının parası yoktur, istediklerini yapamaz,

Bazılarının parası vardır, çabuk bıkar, değişiklik ister,

Bazılarının da çocuğu vardır bahane eder !...( Ece mesela)



Sevgili ECE ;

Başkalarına imrenme, çok kimseler var ki, senin hayatına imreniyorlar.

Sen, anılması güzel olan bir söz ol. Çünkü insan kendi hakkında söylenilen güzel sözlerden ibarettir.



Yirmi dört makamda çalgı çalan çalgıcıya, dinleyeni yoksa çalgı yük olur.



Ben şimdi size soruyorum ….

Davul çalınmazsa, Bayramlardan ne eksilir ?

Sevgili ECE ;
Dünya’da sürekli yaz olsaydı (Küresel ısınma), bağa, bahçeye sürekli olarak güneşin harareti vursaydı, toprağın ot bitirme kabiliyetini kökten yakmaz mıydı? Yakardı tabi…. Öyleyse !..

Olgun, toprağı tutsa altın olur, olgun olmayansa altını eline alsa toprak kesilir, küle döner.

Büyük insanlar yalnızca doğruluğu, küçük insanlar yalnızca faydayı düşünür.



Vesveseli düşüncelerden sakın…

İnsanın kalbi sazlık ve orman gibidir. Orada aslan gibi de, yaban eşeği gibi de fikirler bulunur..

Nasıl bakarsan öyle görürsün.

Bak sana bir sır vereyim.

İnsanın en büyük sermayesi DERTtir. Dert daima insana yol gösterir. Derdin yoksa çözüm üretemezsin.

Bu yüzden, Sabır ARI’dır ama, meyvesi BAL olur.



Hayatı tatlı olanın, ölümü acı olur, tenine tapanın ruhu için bir kurtuluş yoktur.



Her an iyilik tohumu ekiver, ekmedikçe hiç bir şey biçemezsin, mesela;

Gönül vermeyince, gönül bulamazsın ki.

Aklın yoksa yandın. Ya kalbin yoksa, o zaman zaten sen yoksun ki !...



Son olarak ;

İnsanın daralması, ne yapacağını bilememesi, kararsız olması hep,

HEDEF’ i olmamasından doğar. Kendine bir HEDEF sapta, ona doğru uç,

İnsanın kanatları, gayretidir.



“ Dağa doğru giden bir yolu öğrenmek isterseniz ;

dağdan geri gelen ve çıkmak için çaba harcayan adama sorun.”

Dursun Karatamanlı

Salı, Nisan 17, 2007

macera ruhu...

çocuksu bir inatçılıkla tiril bir tişörtün üzerine dünyanın en ince hırkasını giyerek bu havada dışarı çıkılır mı? eh, sıradan insan için en james bondvari heyecan da bu olsa gerek. ya okur, aynen böyle çıktım dışarı. dondum, resssmenn dondum, onu diyecektim... james bond hızla giden bir arabadan ötekine atlarken, clark kent süpermen olup oradan oraya zıplayıp hayatları kurtarırken, bize bu büyük pastanın kırıntı kısmı düşmüş, öyle yani, hepimizi kastediyorum (şişt sen! seni tanımıyorum, var mı hayatında acayio heyecanlı, aksiyonel bir durum... anlat o zaman...)

neyse yani, pazara gidip kocaman soğana benzemeyen, ama aslında benzeyen taze soğanlardan alıyorum, bu bir macera değil, bilincindeyim. her yer enginar olmuş, onları ayıklama yetisi bir macera olabilir ama... neyse, havuçtu, kabaktı, a bir de fesleğendi.. ne güzel sokakta olmak amma velakin ne giyeceğini bilemeyecek kadar şaşkın bir ördek olmak...

ben bilemiyor değilim aslında, ruhum bilemeyen... günün macerası budur, ah öyle işte.

ayrıca, her şeyin aynılığında tuhaf bir çekicilik yok mudur? ki üstelik ben yapabilecek bile olsam bir arabadan diğerine atlamak isteyecek türde bir insan değilim.

Salı, Nisan 10, 2007

taşlar


nasıl oluyor bilmiyorum; zaman zaman endişeli peri'ninkiyle bizim evde aynı küçük faaliyetler oluyor. kimi zaman aynı kitaplar okunabiliyor, kimi zaman aynı dergiler alınıyor, yetmiyor, bu dergiler aynı niyetle kesilip kolaj haline falan getiriliyor.

şimdi bir de baktım, aynı anda taş boyamaktayız. sevdim bu tesadüfü, endişeli peri'yi de seviyorum. henüz onun bloguna bakmadıysanız bir bakın derim ben, müptelası olunacak bloglardan. içten, duygulu, iç açan, kimi zaman hüzünlendiren... hayatın ta kendisi gibi yani...
bunlar da elvin'in boyadıklarından...

Çarşamba, Nisan 04, 2007

bir yıl


düşünüyorum benim niye bir blogum var diye. sahiden. bir yıl olmuş ya, hadi muhasebe yapalım havasındayım. neden yazıyorum? tam, kesin, bariz, "evet, bu yüzden!" şeklinde bir yanıtım yok -hangimizin var?-.

on yıldır köşe yazıyorum ben, yirmi beş yıldır belki günlük tutuyorum, onlarca öykü, iki yayınlanmış, iki-üç yayınlanmamış kitap, gazete haberleri falan, hepsi okunmak için.

sadece okunmak için değil elbette, yazınca nefes alabiliyorum, okununca iki kat hızlanıyor nefesim, bir tür mentollü nefese dönüşüyor. bunu biliyorum tamam da, neden bir de blog?

gerçi pek uzun yazamıyorum, iki satır laf yazıp kaçıveriyorum ama yine de yazıyorum.

niye? bunu anlamlandırmak zor. ancak şunu söyleyebilirim ki, bana kazandırdığı birkaç şey var blogun. bir kere yasemin'le tanışmak, derken efendim arkadaş olmak, benim blog sayesinde yaptığım en iyi şeydir. insan bu yaşında arkadaş edinemiyor, onu konuştuk birkaç kere yasemin ile, ama işte, oldu. yasemin mesela, öyle değerli ki benim için, yazmasam da aklımda. o ne der dediğim, izlediği filmleri sevip sevmediğini merak ettiğim, okuduğum bir kitabı beğenecek mi diye düşündüğüm bir insan. biliyorum, şimdi bunu okuyunca "yazmasaydı keşke ece" diyecek, olsun. yazdım.

blog başka ne kazandırıyor bana? başka arkadaşlar da tabii, "lost in translation" olmadan anlaşabileceğim insanlar, iki çift laf edebileceğim, yazıyla da olsa kontakt kurabileceğim birkaç kişi.

ben üstelik, öyle yazdıklarına onlarca yorum alan meşhur bloggerlardan da değilim, istemiyorum da zannedersem. hani herkese laf yetiştirmek, sağol demek bana göre değil. bunu iyi yapanlar var, kınamıyorum.

bir de mesela, beni en çok dehşete düşüren, ne yalan söyleyeyim, yemek blogları. evet okuyorum, evet hayranlıkla okuyorum ama dehşet içindeyim. memleketimde bu kadar güzel yemek yapan ve efendim, bir de bunu üstüne eli fotoğraf makinesi, ayrıca da eli kalem tutan ve bütün bu yemekleri tarifleriyle, şusuyla busuyla yazıya dökebilen ne kadar çok hemcinsim olduğuna şaşırmaktayım.

bunun dışında, "tematik" blogları sevdiğimi itiraf ediyorum, neyse o yani, meral'in sadece kitaplardan bahsetmesi bana çok ulvi geliyor mesela.

benim blog ise bir nevi çorba. bu da hadi diyelim, ikizler burcu insanına has bir tavır olsun.
diyeceğim şu ki, neden sorumun yanıtı yok. ama "neden olmasın" diye de bitirilebilir bu post...

Pazartesi, Nisan 02, 2007

bir- iki nisan

e.. şey.. bayılırım ben bir nisana. şaka yapma potansiyeline. e biraz da kendi saflığıma. hem bütün şakaları yer, yutarım, hem de şaka yapsam bile bir saniye sonra şaka olduğunu söylerim ki karşımdaki üzülmesin.
bir de tabii nisan geldi diye sevinirim.
bu demektir ki mayıs da gelecek...